Osmanlı Mücevher Tarihi

Osmanlı kuyumcusu, bir nakkaş gibi ince çalışarak, tasarımını taşın biçimine az müdahale yapmaya, tasarımını taşın biçimine uydurmaya özen göstererek, bir imparatorluk sentezi olan Osmanlı ruhunu yansıtan, natüralist ağırlıklı yapıtlar vermiştir. Osmanlı Devleti’nin gücü artıp, sınırları genişledikçe mücevherde kullanılacak değerli taşlar ve maden giderek daha kolay sağlanır olmuş, genişleyen topraklardan Osmanlı başkentine hünerlerini sergilemek üzere getirilen, örneğin Horasan’dan, Tebriz’den, ya da Bosna’dan; Balkanlar’ın değişik bölgelerinden veya Rus sınırlarından, Gürcü ve Çerkes bölgelerinden gelen kuyumcu ustalarının da katılımıyla mücevher üretimi giderek çeşitlenmiş ve zenginleştirilmiştir (1). Osmanlı mücevherinde kakma, çalma, oyma, savat(niello), telkari(filigran), hasır, mıhlama gibi teknikler kullanılmıştır.

Pek çok Osmanlı mücevherinin, özellikle de takıların günümüze ulaşmama nedeni, mücevherin yüzyıllardır değişmez kaderinin sonucudur; mücevherler yüzyıllar boyunca kah farklı gereksinimleri karşılamak üzere bozdurularak paraya çevrilmiş kah mücevher modasının değişmesiyle yeni modaya uymak amacıyla değişime uğramıştır;günümüzde ise bu eğilimin azalarak da olsa sürdüğü söylenebilir.Hazined eki mücevherlerin, yüzyıllar süresince artması, eksilmesi ve değişime uğraması kaçınılmazdır.Hazine deki değerli madenler , gerektiğinde bozdurularak devletin hizmetinde kullanılmıştır.Örneğ in Kanuni Sultan Süleyman, 1566 yılında Zigetvar seferine gittiği zaman Saray-ı Amire’deki altın ve gümüşleri darphaneye verip akçe kestirmiştir(2). Hazineden bazı mücevher veya eşya ,hazinedarbaşının önerisi üzerine, işe yaramadığı veya eskidiği gerekçesiyle de satılmıştır.

Sultan I.Selim, şu anda Topkapı Sarayı Müzesi Hazine Seksiyonu’ndaki ilk vitrinde sergilenmekte olan mührünün Osmanlı Hazinesi’ni mühürlemekte kullanılmasını kesin bir dille vasiyet etmişti:”Benim altunla doldurduğum hazineyi bundan sonra gelenlerden her kim mangır ile doldurursa hazine anın mührüyle mühürlensin ve illa benim mührümle mühürlenmekte devam olunsun!”(3)

Osmanlı mücevher kültüründe takılar giyimin vazgeçilmez tamamlayıcısıdır. Osmanlı minyatürlerinde ve Osmanlı’yı betimleyen tablolardaki figürler bu konudaki önemli görsel belgelerdir.Arşiv belgeleri üzerinde yapılan çalışmalarda da mücevher takılarla kemerlerin, murassa(değerli taşlarla bezeli) düğmelerin ve bazı değerli giysi parçalarının birlikte kaydedilmiş olduğu görülür.

Sallantılı çiçekli dal üzerinde kuşlu broş, özel koleksiyon 19.yy.
Dal üzerinde kuşlu broş, özel koleksiyon 19.yy.

Osmanlı geleneğinde kuyumculuk, padişahlar tarafından sevilmiş ve desteklenmiş bir sanat dalı olarak dikkat çeker; tüm sanat dallarının zirveye ulaştığı 16.yüzyılda gerek takılarda gerekse mücevher eşyalarda başyapıtların üretildiği görülür. Özellikle Kanuni Sultan Süleyman’ın saltanatının ilk döneminde, padişahın hem kendi görünümüyle, hem de çevresiyle ilgili benzersiz ihtişam arzusu, mücevhere büyük önem verilmesini ve mücevher eşyaların Osmanlı geleneğine yerleşmesini sağlamıştır, bunda Kanuni’nin gençliğinde kuyumculuk eğitimi almış olmasının yanı sıra, ünlü sadrazamı İbrahim Paşa’nın sanatsal beğenisinin de etkili olduğu açıktır(5).İhtişamda n hoşlanan Kanuni Sultan Süleyman için 1532 yılında Venedikli Kuyumcu Caorlini Ailesi tarafından değerli taşlarla bezeli, taç biçiminde bir miğfer hazırladığı, bu miğfere 100.000 duka değer biçildiği bilinmektedir(6).

Osmanlı beğenisindeki çok renklilik ve çeşitlilik; birbirinden bağımsız parçaların bir araya getirilmesi eğilimi, mücevherin kullanım tarzında da kendini göstermiştir. Avrupa mücevher geleneğindeki aynı motifi tekrarlayan takımların, şıklığın tamamlanması için neredeyse bir zorunluluk olmasına karşılık, Osmanlı mücevher geleneğinde takıların mutlaka birbiriyle uyumlu bir takım oluşturması gerekmez; farklı motifler sergileyen parçalar her zaman sevilerek bir arada kullanılmıştır. 18.yüzyılda İstanbul’da çalışmış olan ve “Türk Ressamı” olarak anılan Cenova’lı ressam Jean- Etienne Liotard’ın bir Peralı Frenk kadınını Osmanlı giysisi içerisinde betimlediği tabloda yer alan baş takılarının çeşitliliği, bu çok renkli beğeninin parlak bir örneğini sergiler.

Osmanlı takıları sorguç, istefan(hotoz) , zülüflük, enselik, saç bağı, gerdanlık, iğne, çelenk, küpe, bilezik, yüzük, zehgir, mühür, halhal, pazubent, düğme, çaprast, zincir, saat, köstek, kemer, kemer tokası olarak sıralanabilir. Kur’an kabı, kılıç, hançer, bıçak, gürz, tüfek, tesbih, bardak, matara, kase, şerbetlik, maşrapa, zarf, kutu, sandık, rahle, şamdan, buhurdan, gülabdan, kaşık, nargile, yazı takımı, yelpaze, ayna, tarak, askı, kamçı, sadak, Kabe hediyeleri gibi küçük boyutlu eşyalarda ve saraya ait taht,beşik, örtü, kaftan, zırh, pabuç, çizme, at koşum takımı gibi büyük boyutlu eşyalarda da mücevhere sıkça rastlanır.

Sorguç denince ilk akla gelen padişahın gösterişli sorguçlarıdır, ancak bu takı saray kadınları tarafından da kullanılan bir takıdır.Törenlerde atların da alnı sorguçlarla süslenmiştir. Sorguç, padişahın kendine bağlı bir hükümdarı, başarılı bir vezirini ya da komutanını ödüllendirmek üzere verdiği değerli armağanlardan biridir. Ancak padişahın sorguçları, kullanılan taşların kalitesi ve görkemiyle diğerlerinden farklıdır. Bir güç simgesi halinde sarığın ya da başörtüsünün üzerine takılan bitkisel veya damla biçimli sorguçların yükseklikleri, üzerine takılan balıkçıl, huma kuşu veya tavus kuşu tüyleriyle de artırılırdı. Abartılı irilikteki sorguçların 18. yüzyıldan itibaren, dönemin beğenisine uyarak çoğaldığı görülür. Osmanlı mücevher geleneğinde en ağırlıklı yere baş takıların sahip olduğu söylenebilir.

Gül biçimi yuvalara yerleştirilen taşlara bezeli eşyaların yanı sıra mücevher çiçekli dallar, özellikle “titrek” ya da “zenberekli” denen, arka yüzlerindeki menteşe veya spiral yayın hareketiyle salınmak üzere tasarlananlar ve kuş figürünün pek çok değişik biçimde kullanıldığı iğneler Osmanlı natüralizminin karakteristik yansımalarıdır. Bunlar çok küçük boyutlardan, giysi dekoltesi ya da baş tuvaleti üzerinde geniş yer kaplayacak irilikte olanlara kadar çeşitlenen elmasların pırıltısını hareketiyle artıran takılardır (10). Geç dönemde sıkça görülen kuş figürlü broşlar, tek başına veya bir dal üzerinde çalışılmıştır. Kuş gövdeleri, elmastan olabildiği gibi, biçimi uygun olan bir inci ya da yakuttan da olabilir. Avrupa mücevher geleneğinde özellikle Rönesans’tan itibaren sıkça kullanılan, değerli bir taşın veya bir barok incinin doğal formunun, mücevher bir figürün gövdesinde kullanılması esprisi, Osmanlı ustaları tarafından da sevilerek uygulanmıştır. Armalar, gemiler ve fiyonklar da geç dönemde broşlara uygulanana yeni tasarımlardır.

Ay ve yıldız, lale, gül, kabak çiçeği, menekşe, çiçek buketleri, dallar, kuş, kelebek, arı gibi doğa motifleri, broşlarda sıkça görülen motiflerdir. Küçük mücevher çiçekler, yalnızca başa veya giysinin üzerine değil, ince saç örgülerinin arasına da iliştirilmiş, böylece görünümün tümünde hareketli pırıltılar sağlanmıştır. Bunların yanı sıra taşlarla bezeli ya da incilerle örülmüş tepelikler, uzun saçların üzerinden bele doğru salınan enselikler ile alın üzerine ya da yüzün iki yanına sarkıtılan mücevher zülüflükler, Osmanlı saray kadınının baş süslerindendir. Başlıkların üzerine takılan, “istefan” denen taç biçimli takının kökeni, “çelek taşıyan” anlamına gelen Helenistik takı “stefaneforos” un olduğu kadar, Asya baş süsü geleneğinin de çeşitlenerek sürdürülmesi olarak yorumlanabilir(11).

Bir kadın takısı olan küpenin, az da olsa erkekler tarafından da kullanıldığı da görülmüştür. Kadın boynunun güzelliğini vurgulamak üzere tasarlanan damla biçimli incilerden, ya da zümrüt, yakut, elmas gibi taşlardan oluşan sallantılı küpeler, Osmanlı takı geleneğinde önemli yer tutar. Çift sallantılı küpeler “pay-ı çift”, üç sallantılılar “üç ayaklı” olarak tanımlanır. Ortası elmaslı veya mineli, çevresi açılmış bir çiçeğin taç yaprakları benzeri dizilmiş, fasulye biçiminde, dolgun bir oval olarak kesilmiş veya doğal damla biçimli inci, lala, firuze, yakut veya zümrüt sallantılı küpeler, bu takı türünün gösterişli örneklerindendir. Yalın, çoğunlukla küçük inci sallantılı küpeler de, özellikle sıradan saray kadınları ve halk tarafından çok kullanılmıştır.

Osmanlı kadının karakteristik takılarının birçok minyatür ve tabloda oldukça ayrıntılı yansıtıldığı görülür;takılar kadın figürünün doğal tamamlayıcısı halindedir. Levni’nin tek figür çalışmalarından birinde, tüm kıvraklığını sergileyen genç rakkasenin yanağına doğru düşen, açılmış yarım çiçek biçiminde yerleştirilmiş damla zümrütlerden oluşan küpeleri, dolama hotozunu süsleyen uzun balıkçıl tüyleriyle süslü iki büyük murassa sorgucu, bileklerindeki üçer sıra altın toptan oluşan bilezikleri ve altın yaldızlı kemeri incelikle betimlemiştir(12).

Osmanlı giyim tarzında mineli, murassa veya inci düğmelerin yanı sıra sedef necef, fildişi veya yaldızlı maden gibi malzemelerden , tümü ya da tokası değerli taşlarla bezeli kemerler de, mücevher ile giysi birlikteliğinin tipik örneklerini sergiler. Birbirine tutturulan paftalar halinde hazırlanan kemerler bele ya da kalça üzerine takılır. İki iri yuvarlak murassa paftanın oluşturduğu kemer tokaları, en sık rastlananlardır. Kemer tokaları vücuda uyum sağlamak üzere hafifçe dışa bombeli olabilir. Oval biçimli, geniş murassa kemer tokaları ise, Osmanlı İmparatorluğu’nun pek çok sanat dalında olduğu gibi kuyumculukta da yaşadığı parlak çağın, 16. yüzyılın ikinci yarısının tipik örneklerindendir. Yeşim paftalardan oluşan, paftaların üzerindeki zümrüt, yakut veya lal göbekli çiçeklerin çevrelerinde bükme altın telden zarif yaprakların dolaştığı, paftaları çevreleyen geniş altın kaplama bordürlerde de çiçek biçimli yüksek yuvaların içine aynı değerli taşların yerleştirildiği bu tür kemer tokaları içten sürgülü olduğundan takıldığında kesintisiz bir görünüm sergiler.

Çaprast denen, kaftan ve entarilerin göğüs kısmı açıklığını birleştiren karşılıklı şeritler, değerli taşlarla bezeli, altın veya mineli olabilir. Kaftanın bele kadar gelen ön yüzünü kaplayacak sıklıkta dikilmiş çaprastların elmaslı olanları, ilk olarak 19. yüzyıl padişah portrelerinde görülür(13).Giysi ile bütünleşmiş mücevherler olarak tanımlayabileceğimiz çaprastlar, özellikle Sultan III.Mustafa ve Sultan I.Abdülhamid portrelerinde dikkati çeker.

Türk kadınının günümüzde de vazgeçemediği takıların başında altın bilezik gelir. Yanyana takılan altın halka bilezikler , bu takının en yaygın türüdür. Küçük altın topların dizilmesiyle oluşan bilezikler de Osmanlı kadının bileklerini sıkça süslemiştir.

Halka tamamlanmadan ortası açık bırakılan ve her bileğe uyum sağlayan burma altın bilezikler, yalın bilezik tasarımlarının bir başkasıdır. Aralıksız yanyana dizilmiş tek sıra elmastan oluşan bilezik ve kolyelere, hareket ettikçe ortaya çıkan görünümden esinlenilerek “akarsu” adı verilmiştir(14). Diziler halindeki inciler de bilezik olarak kullanılmıştır. Elmasla bezeli bileziklerde ise çiçek motifleri ya da “divanhane çivisi” motifi görülür.

Abdullah Buhari, Genç Kadın, 18.yy. ilk yarısı

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

×